Kerem TONGAL

Röportajları......

Ropörtaj

İbrahim BALABAN

Detay...

Ropörtaj

Özlem UŞAKLIGİL

Detay...

Ropörtaj

Gültekin TURAN

Detay...
images/rp_03.jpg

İbrahim BALABAN Röportaj

 

GİRİŞ

İbrahim Balaban’la ropörtaj yapmaya karar verince, sorularımı hazırlamakta çok zorlandım.
O’nu çok yormamak adına fazlasıyla soru hazırlamamam gerektiğini düşündüm. Ama 60 yıllık  sanat ve 90 yıllık  yaşamı birkaç soru içine sığdırmakta mümkün değildi? Üstüne üstlük karşımızda sadece bir ressam yoktu. Ressamlığın yanında bir fikir adamı, çok zorluklar çekmiş , hapishanelerde resim yapmış, kitaplar yazmış, Nazım Hikmet’le aynı hapiste arkadaşlık etmiş, aynı evi paylaşmış , bazen sanatçı kişiliği ile göklere çıkartılmış, bazen resimleri gericiler tarafından parçalanmış, bazen eserlerini sergileyecek salon bulamamış ama bir eseri ilk defa Türkiye’de yaşayan bir ressamın eserine ödenen en yüksek fiyattan satılmış ve bu yaşına rağmen hala çalışan ,hala üreten ,Türk resim sanatına büyük katkıları olan ustayı nasıl anlatacaktım. Bu sayfaların O’nu anlatmaya yetmeyeceği muhakkak. Yine resim sanatçısı olan oğlu Hasan Nazım Balaban ile birlikte internette açtıkları ressambalaban.com adresini ziyaret ederseniz kendi ağzından kendini anlattığı satırları okuyabilir, resimlerine bakabilirsiniz.

SORULAR VE CEVAPLAR

  1. 91 yaşında ve 60 senedir sanatın içinde yaşayan ilk Türk ressamı diye anılan biri olmak nasıl bir duygu yaşatıyor insana?

 

      İB: Doğanın bana verdiği ressamlık kudretine şükürler olsun!  Hangi yaşta olursam
olayım, yaptığım resimler, her zaman adıma << ÜN>> katar:
           << TÜRK   RESSAMI>>  İbrahim Balaban.

  1. İlk resminizi ne zaman yaptınız? Hangi materyalle yaptınız , boya varmıydı, karakalemiydi, tuval olarak ne kullanmıştınız?

 

     İB: 5 yaşımdan beri yanımda taşıdığım kalem’le kağıtlar, ben mapusa düşünce işe 
yaradı. Renkli kalem karışımı ile yaptığım bu eser içinde yattığım koğuşun
resmidir. 10+15 cm. Yıl 1941.
Nazım Hikmet’le tanıştıktan sonrada, yağlı boyalarla aynaya bakarak kendi
Portremi ve Ana’mın resmini yaptım. Benim resim yapma becerimi gören Nazım
Hikmet bütün boyalarını bana verdi. 3 ay süreyle yaptığım 9 adet portrelerden
sonra ilk yaptığım resim ‘’Dokumacılar’’ adlı bir tablodur.
Adalet Bakanlığı İzmir’de mapusların el işlerini gösteren bir sergi düzenledi. Bu
Sergide benim ‘’Dokumacılar’’ adlı tablom ile anamın portresi teşhir edilip
satılmıştır.
Not: Ben İmralı Adasına gittiğim yıl, İzzet Akçal bana ‘’ Senin İzmir’de  satılan
Tabloların parasını adadaki hesabına yatırdım’’ dedi. Sonra ne oldu: Bu iki
tablodan başka Ada’da yaptığım 9 adet tablonun parası da hesabıma yatmışken….
Beni ‘’Komünistlik’’ suçlamasıyla, Bursa’ya sürüp.. paralarıma da el koydular.

 

 

  1. 1941 senesinde Bursa hapishanesinde Nazım Hikmet’le tanıştığınızda ondan resim ve sanat tarihi dersleri almışsınız. Ama bunun yanında felsefe, sosyoloji ve politika konusunda da Orhan Kemal ile birlikte O’nun öğrencisi olmuşsunuz. Sonraki yıllarda yine resimleriniz yüzünden tutuklanmanızın yada askere alınırken sakıncalı şahıs olarak tanımlanmanızın  bu öğrencilikle alakası varmıy dı?

  İB: Nazım Hikmet’le usta çırak çalışmalarımın sonunda yapmış olduğum tablolardan
ikisi için Vatan Gazetesinde Sinan Karla imzası ile bir yazı yayınlandı. Yıl 1949.
Demokrat parti iktidara gelince, yaptığı af sonunda tutsaklıktan kurtulduk. Özgürlüğe
kavuşunca Nazım Hikmet mektupla beni İstanbul’a çağırdı. Getirdiğim 30’a yakın
resim tablolarımla, O’nun evinde ilk sergimi açmış oldum. Bu sergim cümle aleme
açık değildi. Eserlerimi görmeye gelen eş dost aracılığıyla adımı duymayan
kalmamıştı. Birde ‘’İlkbahar’’ ile ‘’Mapushane Kapısı’’ şiirlerimi Münevver yenge
Fransızcaya çevirip Fransa gazetelerine yollandı.
Şair Baba ile 6 aydan beri İstanbul’da gezip tozarken beni askere çağırdılar. Bursa
Askerlik Şubesine varıp vatan vazifemi yapmaya geldiğimi söyledim. Hemen beni
içeriye aldılar. İki jandarma eşliğinde o gün jandarma merkezinde sabahladım. Ertesi   
gün   İstanbul’dan Haydarpaşa garında jandarmalarla trene bindik.Tren Sivas’a 2 gün
3 gecede vardı. Beni getiren jandarmalar 12. tümendeki yüzbaşıya teslim ettiler. Ve
yanlarında getirdikleri dosyamıda yüzbaşıya verdiler. Yüzbaşı mühürlü olan dosyamı
açtı. Bir iki satır okuduktan sonra

‘’ Vay be’’ dedi. Ve gözlerini biraz kısıp yüzüme baktı
‘’ Bu dosyadaki adam sen misin, pardon ressam mısın ?’’ dedi.
‘’Evet ressamım’’
Yüzbaşı şakacı bir adamdı. Nice nice Sakıncalı piyadeler elinden geçmiş olmalıydı.
‘’Demek ki Ressamsın ‘’
‘’Evet’’
‘’Anamın resmini yapar mısın ?’’
‘’Yaparım efendim’’
‘’Yapamam desydin seni Zara’ya yollardım…Şimdi 36.piyade Alayına gideceksin.
Alay buraya çok uzak değil. Dur hele çavuşlardan birini de yanına vereyim, O seni
götürür’’
Alay tümene 3 km kadardı. Çavuş Alay Karargahını görünce ‘’ Al şu dosyanı, işte
oraya gidip teslim olacaksın’’ dedi. Dosyamı aldım. Ve bir ağacın gölgesinde oturup
içindekileri bir bir okudum. ‘’ Ula ben öcü müyüm !’’ dedim kendi kendime. (Kendi
kendimden korkmadan) Zarfı kapattım. Sonra Alay karargahına gidip Albay’a
gözüktüm.
‘’ Askerlik görevimi sizin komutanız altında yapmak için buraya geldim. Bu da  
dosyam. Buyurun  ‘’
Albay dosyayı elimden aldı;
‘’ Bu zarf mühürlü değil ! Sen mi açtın yoksa? ‘’
‘’Hayır efendim. Töbe! ‘’ Tümen garnizonundaki Yüzbaşı (fotokopi) çektirirken   
açmış olmalı?
Albay tabur komutanı Talip Binbaşıyı çağırıp beni teslim etti. O da 10. Bölük komutanı
Mustafa Tuca’ya götürdü. Yeni gelen acemi erat’ı bir süre karantinaya çadırlara
koydular. İlk gece çadırda uyumak hoşuma gitti.  Derin bir uyku anında rüya ile gerçeği   
aralarken adamın biri ‘’ Balaban nerde yatıyor? Diye soruyordu. Nöbetçi ‘’İşte bu
çadırda’’ ‘’Kaldır Onu !’’ Kalktım. Rüya değil, bu bir gerçek. ‘’ Niye uyandırdın beni? ‘’
Nöbetçi Yedek Subay:
‘’Ben uyandırdım’’ dedi
‘’ Neden?’’
‘’ Sen ressam mısın ? ‘’
‘’ Ressamdım. Şimdi askerim.’’
‘’Gökteki bu Ay’ı gördünmü?’’
‘’Gördüm’’
‘’ O’ nun resmini yapabilir misin?
‘’ Sabahleyin gelinde göstereyim Ay’ın Güneş’in resmini’’
Daha çok benim ressamlığımı yedek subay olan ve geceleri garnizon nöbetini tutanlar
soruyordu.  Çükü onlar Nazım’ı gazetelerde okumuş, benim ressamlığımı ondan
öğrendiğimi sanıyorlar ve komünistlik, ressamlığın gölgesinde olduğuna da
inanıyorlardı. Yine bir gece nöbetçi subayı beni uykudan uyandırdı.
‘’ Senin ressam olduğunu duydum. Sen ressam mısın?’’ dedi. Ne gökteki Ay’ı   
gösterdi, ne yıldızları. O gece ay portakal rengiyle ufukta resimlemeye değerdi.
Bir hafta sonra çadırlardaki karantina denetimi tamamlanmış olduğundan koğuşlara taşındık. Her gün 10. bölük çanta sırtında silah kuşanıp, bende beraber talim ediyorduk. 15 gün sonra bölük’e yedek bir teğmen geldi. Yüzbaşı Mustafa Tunca O’nu bölüğe tanıttı.
‘’ Bu teğmen, Adana’daki kaymakamlık koltuğunu bırakıp askere geldi..Bundan sonra 
sizi bu arkadaş talim ettirecek.’’
Evet yakışıklı bir teğmendi. Bizi talimde koştururken kendiside koşuyordu. Komut verirken sesi döver gibi değil türkü söyler gibiydi. Günlerce talim ederken benimle göz göze geldiğimiz halde ‘’ Sen ressamısın ‘’ demedi. Düşündüm kendimce.. Nazım’ı duymuş Vatan Gazetesi, beni mutlaka okumuş olmalıydı. Bir gece teğmen bölüğü yürüyüşe çıkardı. Bu yürüyüş sonrasında beni yanına çağırdı ‘’ Balaban sana nöbet cetvelini yaz demiştim.. Yazıyor musun?
‘’Çekiniyorum efendim’’
‘’ Neden? O görevi ben verdim sana.’’
‘’ Nöbet sırasını atlatırım sanabilirlerdiye’’
‘’ Sen dürüst bir askersin. Hak geçirmezsin. Zaten seni bölüğün yazıcısı da yaptım. ‘’ dedi.
Bana verilen güvenden sonra hiçbir zaman yanımdan eksik etmediğim deftere resim çizmeye başladım. Bir zaman mapustakiler, bir zaman İmralıdakiler modeldi bana. Şimdi de askerler model oldu. Askerleri talim yaparken değil, istirahat anlarında, otururlarken, sere serpe yatarlarken, kimseden çekinmeden çizmeye devam ettim.Talimin dışında elimde defter kalem resim çizerken hiç kimse , ne albay ne yüzbşı ne teğmen defterime bakıp resim mi yapıyorsun sen ressam mısın ? demedi.
Pazar günü talime çıkmayan askerler alay çevresinde gezip, eğlenmeyi hak ederlerdi. Sere serpe yerlerde oturup yatan erler benim modellerimdi. Bir de madımak toplayan kadınlar. (Tatil günlerinde resim yapmayı aksatmadığım için, tezkeremi alıp gelirken üç defter dolusu yüzlerce resim getirdim) Her gün resim çizmemi kimse engellemiyordu. Fakat, sabahleyin çorba içerken birdenbire toplanma borusu çaldı. Albay taburları, bölükleri, mangalarıyla teftişe hazır sessiz ve kıpırtısızken bu sessizliği bir jipin homurtusu bozdu. Jipten inen Tümen komutanı albayın karşısında durdu. O nu gören albay koşarak komutanı karşıladı.
‘’ 36. piyade alayı bütün birlikleriyle teftişinize hazırdır komutanım! ‘’
Tümen komutanı alayı bir süre gözden geçirdi. Ve sonra gür bir sesle komut verdi.
‘’ 36.piyade alayı dikkat!..Hazır Ol ! ‘’
Bir dakika bekledi…
‘’ Rahat!’’
Sonra albaya döndü.. ‘’ Mükemmel’’ dedi.
Sonra Tümen komutanı birini sordu: ‘’ Sizin burada ünlü bir ressam olduğunu öğrendim. O nu buraya çağırır mısın? ‘’ ‘’ Hayhay ‘’ Albay benim çağırıldığımı binbaşıya, yüzbaşıya,teğmene ve bana duyurdu. Bende hemen koşarak Tümen komutanının karşısında selam verip durdum. ‘’ 12. Tümen 36.piyade alayı 6.tabur 10. bölük erlerinden ressam İbrahim Balaban ‘’
‘’ Ben 12. Tümen Komutanı Cemal Tural’’
Bir komutanın bir ressamla tanışması normaldir.
‘’Bizim evde büyük bir resim tablosu var. Onu sana göstermek istiyorum. Benimle  
gelirseniz ?...
‘’ Baş üstüne, şeref duyarım ‘’
Komutan Cemal Tural ile jipe bindim. O nun evindeki bir resim tablosunu görmeye gidiyoruz.

 

  1. 1950 senesinde aftan yararlanıp mapushaneden çıktığınızda Nazım Hikmet’in adına şiir yazdığı ‘’Bahar’’, ‘’Mapushane Kapısı’’ ve ‘’Harman’’ adlı üç tablo ve ayrıca ‘’Doğum’’, ‘’Cinayet’’ ve ‘’Suda Donbaylar’’ adlı tablolarınız varmış. Bu tablolarınız insanlarla ne zaman buluştu? İlk serginizi ne zaman açtınız?

İB: Nzım Hikmet’in evine getirdiğim tabloların ikisini ‘’İlkbahar’’ ve ‘’Demirkapının Önü’’ tablolarını Sinan Korle Vatan gazetesinde yazmıştı. Gazetedeki resimleri gören Abidin Dino’da  Yaprak dergisinde yazdı. Bu yazıları okuyan İstanbul’daki sanatseverler cumartesi ve Pazar günleri benim resimleri görmek için Nazım’ın evine gelip gidiyorlardı. Gelen sanat sevenlerin anlatımı ağızdan kulağa’’ Balaban sergisi açılacak’’ diye yayılıyordu. Fakat askere gidince 1950 den 1953 e sergi ertelendi.

 

  1. İlk serginizin çok ilgi gördüğünü okudum. Bunun sebebi neydi?

İB: Nazım Hikmet’in evinde benim resimlerimi seyredenlerin içinde Celal Esat Arseven de vardı.(Esat hocanın bir sanat ansiklopedisi yazdığını biliyorduk) Esat Hoca benim tablolarıma bakıp bakıp, kendi kendine yüksek sesle konuşuyordu.
‘’ Balaban’ın yaptığı bu resim tarzına ne desem ; Fovizm* değil, sürrealizm değil,
empressiyonist değil, kübiz değil…Şimdi ben bu Balaban’ın resim tarzına ne
diyeceğim?
Nazım Hikmet yolunu kaybetmiş bir çobanın karşısında durur gibi Esat Hocanın karşısında durdu:
‘’ Hoca hoca , Balaban’ın yaptığı bu tarza mutlaka bir –İZM_ diyeceksen işte imzası :
‘’Balaban’izm dersin!!!
Benim sergime seyirci olarak gelenlerin bir kısmı Avrupayı görmüş ve resim müzelerini gezmiş. ‘’  Leje’den Matis’den kartpostallar getirmiş olmalıydı ? Benim sergimden içeri girenler , müzelerdeki ünlü ressamların eserlerinin benzerlerini göreceklerini sanıyorlardı. Benim sergimde dansözler yoktu, deniz manzaraları yoktu. Benim sergimde karasabana koşulu öküzleriyle çift süren vardı. Benim serginde harman süren dombaylar? vardı. Yani benim sergimde Türkiyemizin yaşantısının sureti vardı. İşte bu sergiyi seyredenlerde kendi yaşantılarının aynasını görüyorlardı.

  1. 1961 senesinde resimlerinizden dolayı tutuklanmışsınız? Resim yüzünden tutuklanmayı anlayamıyorum. Resimler ne anlatıyordu?

İB : Resim kendi kendini anlatır. Resim hangi konuda olursa olsun resmi siz yorumlarsınız. Ressama eline sağlık diyeceğinize… Eline hışım insin ..dersiniz.
Her çiçek kendi kokusunu salar. Gülü koklamak için değil de yakanıza takmak için koparırsanız dikeni elinize batar……
Birinci ve ikinci sergilerimde , halkın ilkel üretim çalışmaları yanı sıra, düğünleri, bayramları da resimlemiştim. Üçüncü sergim için , Ankara Uygarlık Müzesindeki Hitit, Asur, ve Sümer heykelleri üzerinden on beş gün bir çalışma yaptıktan sonra, Çorum’daki Hattuşaş Hitit heykellerinin de desenlerini çizdim.

 

  1. Birçok eleştirmenin ve sanatseverin ortak bir fikri var. Resimlerinizde karamsar konulara eğilmenize rağmen işlenişleri karamsar değil ve hepsinde umut var. Özel hayatınızda bunca zorluklar, kayıplar yaşamanıza rağmen bu umuda sahip olabilmenin sebebi nedir?

İB: Benim ressamlığım nereden geliyor ? Kendi kendime sordum; Soyumda mutlaka ünlü adamlar olmalıydı.  İşte Feyzimin Ali dedem 6 dönümlük bir tarlayı ‘’bel’’ aracılığıyla, nadas yapmıştı. Ben tıpkı dedeme çekmişim. 7000 adet kalem deseni çizip 2000 den fazla resim tablosunu sergiledim. Hacı İbrahim dedem köye okul getirmiş. Zeyni ninemin babası Derviş Ali ‘’Erenlerdenmiş’’ Bursa Şereat Mahkemesinin reisi ‘’Kara Kadı’’ da soyumdan. Anam Ayşe’nin gergef kumaşlarına nakış işlediğini de gördüm.
Bu üçüncü sergimde yapmış olduğum eserler Türkiye’nin bağrından çıkan Balaban resimleridir. ………
Sergim İstanbul Şehir Galerisinde açıldı. Ve ertesi gün kapatıldı. Beni de tutuklayıp gözaltına aldılar. 32 gün sonra Balmumcu Ceza evinde yargıç binbaşının karşısında ifade verdim. İfademe şöyle yazılmış ; Ressam bu resimde ‘’İki polis yakaladıkları bir sanığı götürürken, önündekinin ayağını sivri bir yere bastırmış. Öndeki polisin düşmesini tasarlayan ressam: - polis demek hükümet demektir, düşüncesindedir… Tutanağın sonunu okumadım. Biliyordum beni suçlamak için daha ne yorumlar yapılmıştı. Yargıç binbaşı kağıdı bana uzattı : ‘’ Oku bunu ve imzala’’ dedi. Nasıl olsa boyumdan büyük suça batırılmıştım. ‘’Ben onu imzalamam’’ dedim.  ‘’ Ne, ne imzalamaz mısın ? Biz sana imzalatırız !’’  ‘’ Elbette imzalarım ama’’ bir an duraklayıp sustuktan sonra irademi toparlayıp ‘’imzalarım ama önce sizin bir resminizi çizdikten sonra? ‘’
‘’ Ne! Benim resmimi mi ?’’  ‘’ Evet. Yüz hatlarınız çok güzel. Resme çok uygun’’
‘’ Siz korkunç bir adamsınız’’
‘’Tövbe tövbe’’
‘’ Büyük bir ressamsınız! Öyleyse ? ‘’
‘’ Anlaştık’’
Yargıç binbaşının resmini dikkatle, özenerek yaptım. Önce portrenin altına sonra tutanağa imza attım.
……..
Bir yıl sonra 1962 de dördüncü sergimi Ankara’da Halk Evleri Genel Merkezi’nde açtım. Davetiyeler dağıtılınca Cumhuriyet partili gençler 50 metrelik bir beze Balaban Ankara’da diye yazıp bir caddeden bir caddeye gerdiler.
Açılış çok görkemli oldu. Açılışa Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, bütün devlet erkanı ile geldi. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, tabloların karşısında bir bir durup resimleri seyrederken, konularını ve yorumlarını sordu. Beni dikkatle dinlerken etrafımızdaki seyirciler kapıya kadar çoğaldı. Herkes sessiz, resimlere değil bize bakıyordu.
Bu ara Cumhurbaşkanı bastonunu kaldırıp, öküzlerden birine uzattı: ve ona bakanlara sordu ‘’ Ressam bu öküzleri niçin zayıf yapmış? ‘’ Kimsede çıt yok. Sessiz bakanlara bir daha ‘’ Size soruyorum. Bu öküzleri ressam niçin zayıf yapmış? Yine ses yok. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel bastonunu öküzlerden indirmeden ‘’<Çünkü bunlar resim !’’ dedi.
Var oluşum;
Yapıp yakıştırmamda mevcuttur.
Yapıp yakıştırdığım her nesne de ,
Bereketin ürünü, kendi kendini besler.
Bu besin, ister maddi ister manevi olsun,
Beni umutlu yapar.

  1. Okuduğum kadarıyla Batı resmini taklit etmediğiniz için bazı çevreler tarafından beğenilmemişsiniz. 1965 yıllarından itibaren halkın ve sanatseverlerin yoğun ilgisine rağmen ilk sergilerinize oranla özellikle yazılı basının sergilerinize olan ilgisi azalmış. O günkü düşüncelerinizden, duygularınızdan bahseder misiniz?

 

İB: Benim resimlerimi yeren çevreler, batı resmini taklit edenleri överek onlara müşteri olsunlar.  Taksim Sanat Galerisinde bana yer vermeyen belediye benim yolumu kesemedi. Hemen aynı yıl 1965 aynı günlerde Ankara Devlet Galerisinde açmış olduğum sergimi İstanbul Belediyesi duymamış olmalı ? Hemen, bir ay sonra , yağlı boya tablolarımın yanlarına kalem desenlerimi de katarak Antalya Belediye Galerisinde bir ay süreyle sergiledim. Ve Belediyenin özel televizyon kanalıda resimlerimi cümle aleme bir ay süreyle gösterdi.
Öteki illerde sergimi duymuşlar ki, Konya’ya giderken İsparta ve Burdur önüme geçti. Birer günlüğüne oralarda da sergiledim. Konya öğretmenler derneğinde sergimin açılışını yaparken Şair Oğuz Tansel de vardı. Burada tablolarımı dernek başkanına teslim ettikten sonra İvriz’deki ‘’Berekt Tanrısı’nın ‘’ resmini çizmeye gittim. İyi bir arkadaşım olan Sami Gürel Konya’ya geldi. ‘’ Denizli Belediye Başkanı senin sergini bekliyor.Buralarda fazla kalmadan hemen gidelim’’ dedi. Ertesi gün tabloları paketleyip otobüsle Denizli’ye vardık. Bizi Sami’nin arkadaşı Mustafa Üste adında bir öğretmen karşıladı. ‘’ Sizin geleceğinizi telefonla öğrenince Belediye Başkanına bildirdim. Başkan sergiyi hemen yarın açalım dedi. Bende bütün öğretmenlere ve de üniversiteye serginin yarın açılacağını duyuracağım’’ dedi. Sergi ertesi gün Denizli Belediyesinin salonunda açıldı.
Başkan kısa bir konuşma yaptıktan sonra davetlileri tanıttı. Gelenlerin içinde Vali, Garnizon Komutanı, Üniversite Dekanı, öğretmenler derneği başkanı ve bir çok sanatsever, iş adamları, öğrenciler gelmişti. Kokteyli bu Belediyede eksik etmemişti. Radyodaki müzikte resimleri havalandırıyordu. Seyirciler resimlere daldıkları bir sırada spiker araya girdi; ‘’Sayın dinleyenler, şimdi Adalet Bakanı konuşuyor :
‘’ Valiler, Kaymakamlar size sesleniyorum ! İllerden illere giderek Şehir galerilerinde sergiler açarak, komünist propagandası yapan kişinin önünü niye kesmiyorsunuz? Nerde polisler, nerde jandarmalar !...’’

 

  1. 1970 yılında Moskova’da yayınlanan bir Güzel Sanatlar Dergisinde hakkınızda şöyle yazıyor ‘’ Türk sanat geleneklerine dayanarak hakiki milli eserler yaratma mücadelesi veren sanatçı. Çağdaş Türk resim sanatının gelişmesinde önemli rolü bulunan çizgileri orijinal ve enteresan ressam olan Balaban’ın yaratıcılığında görüyoruz’’

Türkiye’de eleştirilere maruz kalırken, Moskova size sahip çıkmış. Nazım Hikmet’ede sahip çıktılar. Bunun sebebi siyasi görüşmüdür yoksa sanata verdikleri değer mi?

İB: Açtığım ilk sergimi, İstanbul gazeteleri ve dergiler aylarca yazdı. Bunların bazılarının yurt dışına gittiğimi biliyordum. Paris, Berlin,Londra’dan özellikle Moskova’dan yankılar geliyordu. 1954’de köyümden ayrıldım. Gürsü ilçesine yerleşirken, Londra’dan gelen bir sanatçı topluluğu beni orada buldular. Gün boyu hoşbeş yaptıktan sonra gittiler.
Ertesi gün jandarmalar beni merkeze aldılar: Suçum; İngilizler bana niçin gelmişler? 15 gün sonra bıraktılar. Tekrar köyüme döndüm. Yaşantımın kaynağı burasıydı.
Tam 6 yıl sonra 1956 açtığım bu sergimide, gazeteler ve dergiler günlerce yazdı. 1961 de bu kez Almanya Büyükelçiliği’nin gönderdiği bir gazete ile konuşma yaptım.
6 ay sonra başka bir gazeteci kamerasıyla bana geldi. Bursa’yı ve mapushaneyi gösterdim. 1962 de yıllar sonra (tam 8 yıl) İngiltere’den gelenler, bu kez British Petrol Müdürünü de yanlarına alarak , beni Seçköy’de buldular. ‘’Meyve toplayan’’ resmimi ona verdim.
Oğlum Hasan Nazım’ın fotografınıda çektiler.
Aynı yıl İspanya’dan gelen bir ressamlar grubu, beni Bursa’da buldu. Onlara Dilek Sinemasının duvarlarına yaptığım resimleri gösterdim. Üç yıl sonra Japonya Bale grubu geldi. Onlarla birlikte Çiçek Lokantasında yemek yedik. ‘’ Üstümüzden Geçti Bulut şiirimi okudum.
Defalarca Azerbeycan’dan ressamlarla yazarlar geldi. Beni Bakü’ye çağırdılar. Oğlum Hasan Nazım ile beraber gittik.
1963Siminof, Sovyetler Birliği Moskova yazarları başkanı, birkaç yazar arkadaşını, birde Radi Fiş’i yanına alarak İstanbul’a beni görmeye ve söyleşi yapmaya geldi. Adresimi öğrenmek için Sabahattin Eyüboğlu’na gidiyor. Benim resimlerimin orada olması bir rastlantı değildir. Çünkü 1962 yılında İstanbul’da açmış olduğum sergiden, Sabahattin hoca slaytlar çekmişti. Siminof ve yazarlar aradıklarını orada bulmuş oldular. Ve bu renkli kareleri defalarca seyretmişler.
Sonunda Siminof rica edip slaytları almış. Ertesi gün Moskova Konsolosunu da yanlarına alıp, bir grup halinde Bursa’da beni buldular. Önce bir Lokantaya yemek yemeğe girdik. Sonra gün boyu söyleşi yaptık.
Siminof ve Radi Fiş ile yaptığım bu röportaj Moskova Güzel Sanatlar dergisinde yayınlanmış. Beni dünya aleme tanıtan bu dergiden bir adette bana yollamışlar. Siminof ve Radi Fiş’e saygılarımı yolluyorum. Bu röportajı okumayan ve dergideki resimleri görmeyen bir Moskovalı eleştirmen kalmadı.
Ayrıca Moskovalı bir profesör 1970 yılında, Ankara’daki sergimi görmüş olacak ki , benim için yazdığı makaleyi Moskova’da yayınlamıştır.
Söz konusu ‘’ Sahip Çıkma ‘’ kavramı bana uymuyor.
Açmış olduğum sergilerdeki, yapmış olduğum resimleri bütün dünya alemi bilir.
Yaptığım tabloları , kapı kapı dolaştırıp , Moskovalı profesörlerden sadaka istemedim.

     10- Nazım Hikmet’in vatandaşlığının yeniden verilmesi sizce artık sanata ve sanatçıya          .          verilen itibarın iadesi midir? Zihinler değişti mi sizce?
İB: Nazım Hikmet’in vatandaşlığını alanlar siyasilik saltanatını kaybedince, işgüzarlık yaparak, vatandaşlığın yeniden verilmesi ile tekrar siyasilik saltanatına oturabilme umudundadırlar. Siyasilerdeki değişiklik ‘’Ben yaptım oldu’’ da saklıdır.

 

 

11-Resimlerinizin gerçek anlamda Türk Resmi olduğu söyleniyor. Buna rağmen şu an Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesinde iki adet tablonuz var. İstanbul’da ise bazı banka koleksiyonlarının haricinde hiçbir özel ve resmi müzede eseriniz yok. Bunun sebebi nedir?
İB: Demokrat Parti döneminde Ethem Menderes’in girişimiyle Paris’te Türk Ressamlarının sergisi düzenlendi. Bu sergiye koymak için benden de ‘’Hastane Önü’’ adlı tablomu götürdüler. Sergi açılıp kapandıktan sonra geri gelen resimlerin ‘’Resim Heykel Müzesi’ne geleceğini biliyordum. Geri gelen benim tablomu da ne zaman olursa olsun alabilirdim. Her şey istenildiği gibi olmuyor. 1960 da devrim oldu. Askerler iktidara geldi. Beni birkaç kez içeri attılar. Çıktım.
1972 yılında İstanbul’a taşındık. İstanbul’da ‘’Çocukların Sevinci’’ adlı sergimi açtım. 1973
Demokratik sol parti seçimle geldi. Ecevit Başbakan. Bu partiyi ayakta tutan değerli sanat adamları vardı. Kültür Bakanı ve beraberindekiler Murat Katoğlu(Gelecek yıllarda beni Avrupaya yollayacaklardı) İşte bu kültürlü kadro Moskova’da Türk ressamlarının sergisini açtı. Ben Milliyet gazetesi Müşerref Hekimoğlu’ndan öğreniyorum. ‘’Düzenli büyük bir salon. Türk ressamlarının eserlerini görmeye gelen seyircilerden sonra, Ecevit ve beraberindekiler göründü.Çok geçmeden Kuruçef, Yazarlar Biriği Başkanı Siminof, Kültür Bakanı, profesörler ve gazeteciler bir kadro halinde salona girdiler. Seyirciler gelenleri alkışladıktan sonra Ecevit ve yanındakiler Kuruçef’in yanına giderek bu serginin açılmasına teşekkür ettiler. Sonra Kuruçef ve kadrosu resimleri seyretmeye daldılar. Dönüp dolandıktan sonra Balaban’ın tablosunun önünde toplandılar.(Bu resim geniş bir halka halinde halay çeken çocuklar) Hayranlıklarını, kendi sessizlikleri içinde tutarken… Ecevit yanlarına geldi. ‘’ Nazım Hikmet ‘’ dedi. ‘’Nazım Hikmet’in etkisi’’. Kuruçef: ‘’Etki. Etki. Etkilerin en güzeli ‘’
Moskova’daki sergimiz, Rus yoldaşlarına 10 gün süreyle gösterildikten sonra tablolar Türkiye’ye getirilecektir.
…..
Büyükdere deki evde otururken akşamları sahil boyu yürürdüm. Bir gün bu yürüyüş sırasında Nedim Günsur yanıma geldi.
‘’ Balaban bu günlerde Müze’ye gittin mi?’’
‘’Hayır gitmedim’’
‘’Ben gittim, senin tablonu gördüm’’
‘’Paris’ten gelmiş demek. Müze’yemi koymuşlar? İyi öyleyse! ‘’
‘’ Neresi iyi. Senin o (Hastane Önü) kocaman resmin bodrumda. Yedikleri boka bak namussuzların! Hani Paris’te sergilenmişti. Hiçbir yere gitmemiş demek !’’

Bu haberi aldığım zaman akşam olmuştu. Sabahleyin erkenden oğlum Hasan nazım’ıda yanıma alarak ‘’Resim Heykel Müze’sinin kapısına dayandık.  Saat 10 da depo bekçisi geldi. Bizi güleryüzle karşıladı. ‘’Gelin bakın, resminiz burada sapasağlam’’
Tablonun resimli yüzünü oğlum Hasan Nazım ila bir bir gözden geçirdik. Yıllardan beri kayboldu sandığımız bu büyük eseri tekrar bulmanın sevinci ile tabloyu müzeden aldık. Taksiye ve otobüse sığmayan bu büyük resimi bir ucundan ben tuttum öteki ucundan oğlum tuttu, Beşiktaş vapuruna binip Büyükdere iskelesiyle evimize geldikten sonra duvara astık.
Bundan sonra ne müzeye ne bankalara resim vermedim.

 

  1. Resimlerinizden başka ikisi roman olmak üzere yayınlanmış 11 kitabınız var? Ve hakkınızda yazılmış bir sürü kitap, makale. 2000 den fazla tablonuz ve bundan fazla desen’iniz. 50’den fazla kişisel sergi ve yurtdışında da olmak üzere birçok karma sergi. Bütün bunların yanı sıra 3 çocuklu bir aile babası. Formülünüz nedir? Resimlerinizdeki umut mu yoksa çok çalışmak mı?

İB: 1- Doğadan aldığım kudret yaptığım resimlerde, yazdığım yazılarda gözükür.
2- Benim yaptığım resmi gören ‘’ Bunu nasıl yaptın, sana şaşıyorum..
Bende senin şaşmana şaşıyorum…
Şaşanlar çoğaldıkça daha çok çalışıyorum.
3- Hala resim yapıyor musun diyene …
Hava alır gibi …Her gün yaptığım çizimlerde, renklerde çocuklarımın sureti
saklıdır.
4- Yazılarımı marifet diye yazmadım. Yaşantımın bir kısmını, resimlerimin içine
sığdıramadığım için..
5- Mutluluğum, sağlığımın içinde gizlidir.
6- Bu nedenle;
Çok şükürün düzlüğündeyiz.

  1. 60 yıllık sanat hayatınızda ürettiğiniz binlerce eser arasından, hepsi çok değerlidir ama kalbinizde daha öne çıkanlar varmı?

 

  1. Bu ropörtajın amacı gençlere gerçek Türk ressamını tanıtmak, milli değerlerimize sahip çıkmanın önemini vurgulamak, ve tüm zorluklara rağmen üretebilmenin değerini anlatmak. Sizin onlara özellikle söylemek istediğiniz bir şeyler varmı?

*Fovizm 1898-1908 yılları arasında Henri Matisse tarafından Fransa'da geliştirilen bir sanat akımıdır. En önemli özelliği, tüpten çıkmış gibi çiğ ve bağıran renklerin doğrudan kullanımıdır. Matisse, Derain ve Vlaminck'in Paris'te açtıkları bir sergide ilk kez duyulmuştur. 1905 yılında gercekleşen bu sergi modern resme birçok katkıda bulunmuştur. Sergiye gelenler daha önce hiç karşılaşmadıkları bir anlatımla karşılaşmışlardır. Tuval üzerine sürülmüş dogrudan renkler, bozuk perspektif gelenleri şaşırtmıştır. Sergide bulunan ünlü eleştirmen Louis Vauxcelles bu gruba le fauves (vahşi hayvanlar) olarak hitap etmiştir. Akım adını buradan alır. Fovizm'de görsellik ön plandadır.
dombay; manda, su sığırı.

images/rp_01.jpg

Özlem UŞAKLIGİL Röportaj

 

20 YIL BOYUNCA ÇALIŞTIĞIMI HİÇ ANLAMADIM. BİR DE ÜZERİNE ÇOK İYİ PARA VERDİLER..

 

KT: Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Öncelikle biraz kendinizi tanıtırmısınız?

ÖU: Rica ederim. 1987 yılında İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümünden mezun oldum. Ancak bu alanda çalışmadım. 20 yıl reklam sektöründe reklam yazarı olarak çalıştıktan sonra şimdi okuluna gittiğim mesleği yapıyor ve psikoterapist olarak çalışıyorum.

KT : Psikoloji okuyup reklam sektörüne geçmenize sebep neydi?

ÖU: Çok şanslıydım. Annem o dönemin senior reklam yazarlarından biriydi. Moran Ogilv de çalışıyordu. Çok yoğun olduğundan eve iş getirirdi. O çalışırken bende meraklanır ve işe karışırdım. İlgili ve yetenekli olduğumu görünce bana reklamcılık ve reklam yazarlığı hakkında bilgi vermeye başladı.  Üniversite dönemim boyunca yani dört yıl onunla beraber evde kampanyalar için çalıştım. Okul bittiğinde senior düzeyinde reklam yazarı olmuştum zaten. Mezun olur olmazda önde gelen bir reklam ajansında çalışmaya başladım. Yani beni annem reklamcı yaptı.

KT: Annenizle ortak bir projede çalıştınızmı?

ÖU: Annemle aynı projede çalışmadık ama farklı ajanslarda reklam yazarı olarak çalışırken reklamverenlerin ajans seçmek için açtığı konkurlarda birbirimize rakip olarak aynı projelere çalıştık.

KT: Bu sırada aynı evdeydiniz ve birbirinizin yaptığı çalışmalardan haberiniz oluyormuydu?

ÖU: Hayır. Bunlar son derece gizli çalışmalar olduğu için aynı evin içinde gizli gizli çalışır, şaka yollu birbirimizin ağzından laf kapmaya çalışırdık. Ama asla birbirimize çalıştığımız işleri söylemedik çünkü ikimizde profesyonelce çalışıyorduk.

KT: Sizin zamanınızda metin yazarı mezun eden bir okul varmıydı?

ÖU: Yoktu. Eskişehir üniversitesinin İletişim bölümü vardı. Bizim zamanımızda reklam yazarlığında her türlü meslekten insan görmek mümkündü. Avukat, hakim, dotor, asker. Tabi işletme fakültelerinde de pazarlama dersi alan kişiler de vardı. Onlar daha çok müşteri ilişkileri ve stateji planlama departmanlarında çalışırlardı. Ama reklam yazarlığı için ne bir okul vardı, ne de herhangi bir yerden eğitim alma koşulu vardı. Bu işi sadece alaylı olarak öğrenir, uygular ve yetenekli bulunan kişiler başarılı olurdu.

KT: Reklamcılık konusunda aldığınız ödüller varmı?

ÖU: Türkiye’de reklam yaratıcılığı ödülleri olan, yaratıcılığa verilen ödüller olan    Kristal Elma yarışması vardır. Bunun dışında da reklamını yaptığınız ürünlerin satışa dönüp dönmediğini ölçekleyen etkinlik ödülleri vardır. Yaratıcılık ödülleri farklı etkinlik ödülleri farklıdır. Etkinlikte satış kriterdir yaratıcılıkta hiçbir kriter yoktur sadece fikrin orjinalliği, kampanya haline dönüşüp dönüşemediği ve ne kadar bir hedef kitlesine ulaştığına dikkat edilir. Birçok yarışmada jüri olarakta bulundum. Kristal elma yarışmaların dada 89-90 yılından itibaren hemen her sene çeşitli sayıda elma ve başarı ödülleri aldım. 2006 senesine kadar.

KT: Kristal Elma ödülü kriterlerinden biraz daha bahsedebilirmisiniz.

ÖU: Biraz daha açmam gerekirse tamamen yaratıcılık önemlidir. Yurtdışında yapılmış çalışmalardan ve yurtiçindeki işlerden esinlenilmemiş olması yani orjinalliği birinci kriter. Sadece orijinal diyede saçma sapan bir fikrede tabiî ki ödül verilmiyor. Reklamı yapılan hizmet ve ürününün vermek istediği mesajı ne kadar yaratıcı verdiğine bakıyoruz. Diyelimki çok hafif yağ. Verilmek istenen yağın hafifliği. Stratejide bu saptanmış. Bu yağ hafiftir denicek. Uygulamasında ne kadar yaratıcı olunur.Mesela uçan balon kullanılmış. Bu bizim için çok yaratıcımı değimli? Bu fikir mesajı çok güzel aktarıyormu? Bu fikir çeşitli mecralarda kullanılabiliyormu? Yani sadece basın ilanı fikri olup tıkanıp kalmış mı yoksa ayni fikir outdoorda , televizyonda, radyoda, interaktif medyada kullanılabiliyormu? Yani üreyen çoğalabilen orijinal fikirler yaratıcıdır genelde. Esas kriterler bunlar.

KT: Sizce en yaratıcı olduğunuz reklam hangisiydi?

ÖU: Benim çok yaratıcı çalışmalarım oldu. Fakat her yaratıcı fikriniz malesef  herkes tarafından görülüp fark edilme şansına sahip olmuyor. Reklamverenin bütçesine göre Bazı film veya basın ilanı veya küçücük bir kutu seri ilan bile çok yaratıcı olabilir ama kimse ondan bahsetmez. Çünkü herkes görmemiştir. Çünkü bütçesi çok azdır. Az yayınlanmıştır. Bu şekilde çok yaratıcı işlerim var. Ama tanınan ve yaratıcı olarak yani Türkiye geneline yayılmış işlerimden de en meşhur olanı ki benimde isim olarak meşhur olduğum Fanatik gazetesinin lansman ve devam kapyanyalarıydı. Doğuştan fanatik, hasta fanatik, efsane fanatik (Lefter) gibi. Hiç görülmemiş çok küçük bir fikrimden de bahsedeyim. Çok küçük ölçekli minicik bir ilandı bu. Bir radyo spotuydu. Bir volkswagen’in bir Porsche ‘den daha hızlı gittiği tek yer. Hürriyet Seri ilanlar. Mesela bu çok yaratıcı bir fikirdi. Ama kim nerde ne kadar görecek. Bu mesela Kristal Elmalık bir fikir.  Birde
Alarko basın ilanı fikri vardı iki üç dergide çıktı. Bu Kristal Elma almış bir işimdir. ‘’Bu kadar serin’’ yazmıştık. Yıl 1992 falan. Klima konseptleri yeniydi. Sadece derginin içine zigzag katlanmış kağıt yani yelpaze yapıştırmıştık. Üç boyutlu gibi. Buda ödül almıştı ama sahibinden başka kimsenin hatırlamayacağı bir iş.

KT: Bir reklam fikri yayınlanana kadar hangi aşamalardan geçiyor?

ÖU: Reklam filmi aşkın meyvesidir. Ortaya çıkan doğan çocuktur. En son noktadaki üründür. Buraya gelene kadar reklamın yolculuğu çok uzun. Çok kısa söylemek gerekirse reklam veren bir ürün veya hizmet satacaktır. Veya satış amaçlı değil tamamen marka imajı amaçlı reklam yapacaktır. İki amacı vardır reklamın, ya satış yada marka imajıdır. Reklam ajansına brif verir. Brif dediğimiz, benim böyle bir ürünüm var , satmak istiyorum, pazarlama hedeflerim bu, rakipler bunlar, stratejimiz bu şeklinde. Sonra reklam ajansı brifi alır bu marka yada ürün için bir kez de kendi çalışır.Ajans önce araştırmalar yapar. Pazar araştırması, tüketici davranışı, tüketici eğilimleri, daha önce mevcut bir marka ise onun hakkındaki bilinilirlik, marka hakkındaki algılar, satış durumu,Pazar payı, rakipler,mevcut durum. Swot analizi dediğimiz marketingçilerin gayet iyi bildiği bir şey vardır, tehditler ve fırsatlar. Markanın veya çıkacak olan ürünün nasıl bir dezavantajı var, hangi yönlerimiz zayıf, hangi özelliklerimiz fırsat. Bütün bunların ortaya konduğu, ürün veya hizmetin her şeyi ile işlendiği reklam stratejisi çalışması yapılır. Yani öncelikle strateji çalışması yapılır. Bu stratejide aranan cevabın sorusu şudur. Niçin reklam yapıyoruz? Bunun cevabı bulunur. Ürünün pazarın iyice açıklanmasından sonra, malın ortaya konmasından sonra hedef kitlemiz kim, kime satıcaz , ne zaman satıcaz, nerde duyurucaz, hangi mecralarda yer alınacak, kaç para harcanacak, biz ne mesaj vererek bu hedef kitleye ulaşıcaz. Tüm bunlar belirlendikten sonra müşteriyle ajans strateji planlama ve yaratıcı bölümünde içinde bulunduğu brifing yapılır. Ve iş yaratıcı departmana gelir. Daha filme çok var. Yaratıcı bölüm için ideali yeni bir brif çıkartmaktır.Bu işin reklam stratejisi kısmıydı. Şimdide yaratıcı fikir sunumu hazırlanır. Burdada kime ne mesaj vereceğimizi belirlemiştik ya, bu mesajı nasıl vericez, nerde vericez. En önemlisi hedef kitledir. Hedef kitlemiz C-D sosyo ekonomik gruba bağlı 25-45 yaş arası kadınsa ben bu kadını nerde yakalarım. Bu kadın hangi diziyi seyrediyordur. Medya planlama departmanı, strateji planlama departmanı, müşteri ilişkileri departmanı yaratıcı bölüme bunu hazır getirirler. Ne sürede hangi mecrada yer alacağımız saptandıktan sonra bu kadına yani 25-45 yaş arası ortadirek kadına diyelimki deterjan satıcaz yada yağ bu mesajı yaratıcı nasıl söyleriz. Yaratıcı bir şekilde bu kadının ürünü görüp, anlayıp bu ürüne yönlerdirecek fikir yaratıcı fikirdir. Bu fikrin bütün mecralara uygulanabilmesi, orijinal olması, hedef kitleye gerekli mesajı geçirebileceğini kanıtlayan bir şey olması gerekir. Benim fikrim hedef kitle kimse onun hayatının ta kalbinin derininden, onun günlük hayatından bir fikir yakalayıp onu kendisine göstermek en yaratıcı fikirdir. Nitekim Fanatik gazetesi kampanyasında yeni hiçbirşey yoktu aslında. Damarımı kesken sarı-kırmızı akar diyen futbol fanatiğine biz damarını kesip sarı-kırmızı kan gösterdik, doğuştan fanatiğim diyen Fenerbahçeliye yeni doğan çocuğun pipisini sarı laciverte boyayıp gösterdik. Aslında bu o taraftarın hayatında kalbinde içinde olan bir şeydi. Yeni hiçbirşey yoktu. Hiçbir dayatma yok. Ama işin yaratıcılığı onun ciğerinden söküp ona geri verdiğimiz zaman o insana dokunduğun zaman,malı da satıyor, fikride kabul ediyor, hoşunada gidiyor. Millet ilanları kesip kesip cebinde saklamıştı. Aylarca kahve duvarlarına asmış, arabalarına yapıştırmışlardı.
Yaratıcı depatmanda fikri nasıl söyleyeceğini bulduktan sonra tam mecra bir kampanya yapılacaksa. Radyo spotu uygulaması yapılır, basın ilanı hazırlanır,filmi çekilir, fotoraf çekimi yapılır. Tüm bunların prodüksüyon aşaması vardır. Öncelikle taslak çizimleri ve metin yazımlarıyla müşteriye sunulur. Onaylanırsa yapım şirketine verilir. Yapım şirketi ajans dışında prdüktör ve yönetmenlerden oluşan şirketlerdir. Onlar gelirler senaryoyu dinlerler, paylaşırlar, yönetmenler katkıda bulunurlar gerekirse. Yönetmen kendi çizim taslağını ki buna treatman denir hazırlar. Ajansta bunun üzerinden geçilir. Onaylandıktan sonra gerekli casting çalışması yapılır. Filmde kimin oynayacağına karar verilir. Müşteride onaylarsa mekan, cast, kostüm yani her şey belirlendikten ve onaylandıktan sonra film seti günü gelir. Çekim yapılır. Post prodüksüyonu, miksajı, montajı yapılır. Ofline dediğimiz kaba montaj vardır. Bunuda ajans ve reklam veren görür. Onaylanırsa iş bitmiştir. Medya planı yapılır, yerler ayarlanır, paraları ödenir. Orijinal kopyalar kanallara gönderilir. Yayına girer. Birkaç saniyelik reklam filmi için birsürü insan geceli gündüzlü çalışır, çok büyük paralar harcanır. Özellikle Türkiyede tv reklam kuşağında özelliklede prime time dediğimiz çok izlenen zamandaki reklam kuşağında reklam saniye ücretleri çok yüksektir. Her mecranın ayrı bütçesi vardır. Gazete dergi ilanları, outdoorlar, fotoraf çekim ve tasarımları masa üstü bilgisayarlarda yapılır ve ajansta çıkar. Matbaalarda basımları yapılır ve orjinalleri yollanır. Radyo spotlarıda aynı film prodüksüyonu gibi post prodüksüyon stüdyolarında dublaj sanatçılarıyla müziğiyle beraber miksajı yapılır. Radyo kanallarına master bantları yollanır. İnternet siteleri web tasarımcıları tarafından yapılır. A dan Z ye öykü böyle.
İlk başta Pazar araştırması yapmıştık ya. Tüketici markamız hakkında ne düşünüyor diye. Bazen kampanya çıktıktan sonra , marka yada ürün istediğimiz yere ulaşmışmı, hedef kitle mesajı almışmı diye bir post test te yapılabilir. Bunu genelde Türkiyede çok Uluslu reklamverenler yada görece büyük firmalar yaptırırlar. Ama reklam bilinci artığı için son zamanlarda yerel firmalarda bunu yaptırmaya başladılar.

KT : Sektörün bu günkü durumu ve geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?

ÖU: Reklam sektörüne 2007 yılında veda edip lisansım olan psikologluğu yapmaya başladım. Ve bunun içinde 2008 yılından itibaren eğitimler aldım. Şu an psikoterapist olarak çalışmaktayım. Dolayısıyla reklam sektörünün şu an içinde değilim. Ama takip ettiğim kadarı ile artık sektör benim dönemimdeki kadar parlak değil. Şöyleki ekonomik koşullar zora girdiği anda mesela krizin k si duyulduğunda insanlar hemen kesintiye giderler ve ilk gider kesintileri reklamlardan yapılır. Aslında yapılırdı. Şimdi daha fazla bilinçli reklam veren ki doğrusuda budur kriz dönemlerinde reklam yaparak o dönemde herkes el ayak çekmişken farklılaşmayıo sağlamaktadır.Ama bir kesim bu bütçeleri geri çekmektedir. Ve bütçelerdede eskisi kadar rahatlık yoktur. Eskiden çok büyük bütçelerle reklam filmleri çekilirken şimdi en büyük reklam verenler bile çok kısıtlı bütçelerle reklam yaptırmaya uğraşıyorlar. Örnek vermem gerekirse 93-94 yıllarında milyon dolarlara çekilen reklam filmlerini şimdi büyük reklam verenler bile 50- 100 bin TL ye çektirmeye çalışıyorlar. Dolayısyla eskisi kadar büyük bütçelerin olmadığı, kesintilerin önce geldiği giderek zorlaşan ama daha profosyenelleşen, reklam verninde daha bilgili ve bilinçli olduğu bir yere gelmiş durumda reklamcılık. Ve üniversitelerdeki reklam bölümleri açıldığı için ve çok sayıda insan eğitildiği ve yetiştiği için eskisine oranlara çok daha profeyonel olarak uygulanıyor şu anda.

KT: bu sektörde çalışmayı düşünen gençlere neler söylemek istersiniz?

ÖU: Ben bu sektöre gireceğim zaman yani annem beni dört sene boyunca evde onunla birlikte film setlerine stüdyolara montajlara dublajlara gidip artık iyice kanım ısınıpta üniversite biter bitmez kendisine reklam yazarı olmaya karar verdiğimi söylediğimde bana tek bir cümle söylemişti. ‘’ Kızım bu meslek bekar mesleğidir. Düzgün bir ailen, yuvan, çoluğun çocuğun aile yaşantın olamaz’’ Nitekim öyle oldu. Hala bekarım. Çünkü bu meslek çok severek yapılabilecek sevmediğinde yapılamayacak bir iş. Severek yaptığınızdada saati vakti zamanı fark etmediğin, hatırlamadığın, kendini kaybettiğin bir meslektir. Bende ne cumartesi ne Pazar ne gece üç beş sabaha karşı 20 yıl boyunca reklamla yatıp reklemla kalktım. Söylemem gereken öncelikle bu. Hiçbir zaman bankacı gibi düzgün mesaili bir işiniz olmayacak. Çok severek yaparsanız hayat boyu hiç çalışmamış gibi hissedeceğiniz bir işte çalışacaksınız. Son derece eğlenicek, gülücek, zevk alıcak bir yandanda gayet güzel para kazanaksınız. Ama kimse bu kadar gırgır şamataya o paraları vermeyecek. Şakağınıza dayalı görünmeyen bir silah olacak daima. Her zaman çok iyi olmak, hep yeni bir şeyler bulmak, ve hep inanılmaz zamanlamalar içerisinde iş yetiştirmek zorunda kalıcaksınız. Korkunç stresli olacak hayatınız. Strese dayanıklıysanız, sosyal bir iş yapmaktan hoşlanıyorsanız, benim için iş bir yaşam biçimidir diyorsanız, her yaptığınız proje ile yeni şeyler öğreneceğiniz, hergün bilgi dağarcığınıza yeni bir şeyler katacağınız için sürekli kendinizi yenileyeceğiniz, hep genç kalacağınız çünkü trendleri hep takip etmek zorunda olacağınız bir meslek. Dışa dönük, aktif, fikir üreten, zehir gibi hareketli eğlenceli ama çok çalışmayı seven biriyseniz bu iş tam size göre. Yok ben daha düzenli bir hayattan hoşlanırım, işime gidiş geliş saatim belli olsun çok kazanmayayım ama düzenli bir gelirim olsun, çokda fikir bulamam ama bana verilen işi düzgün yaparım diyorsanız yine reklamın başka bir departmanında olabilir ama en azından yaratıcı bir iş kolunu seçmemeniz gerekir. Zeka çok önemlidir. Zekanıza güveniyorsanız, sert çalışmaya hazırsanız, yeni insanlar tanımak, seyahat etmek, değişik ülkelerde belki film çekmek, günlerce , saatlerce penceresiz odalarda çalışmak, iki saat içerisinde hiç düşünülmemiş bir kampanya fikri bulmak zorunda olmak gibi durumlara adapte olabilecekseniz çok tavsiye ederim. Dünyanın en güzel mesleklerinden biri.

KT: Özetlemek gerekirse zevkli ama zor değil mi ? Son sözlerinizi de alıp bu güzel ve faydalı ropörtajımızı bitirelim dilerseniz.

ÖU: Özetlemek gerekirse eskisi kadar olmasada iyi para kazanırsınız, heyecan ve eğlence vardır, müthiş bir trendy olma durumu vardır. Çünkü her an yenilikleri yakalamk zorundasın. Mesela Amerikada müzikte yeni bir dalga başlamıştır sen onu bilmek zorundasın. Şimdiden reklamını yapıyorsun. Üç ay sonra o müzik dalgası geldiğinden sen önceden çıkmış oluyorsun. Trend seter denilen trend koyucu kişlerdir reklamcılar. Reklamcı böyle yaşayacaksın der millet öyle yaşamaya başlar. Bunları giyeceksin der bütün gençlik onları giymeye başlar. Sen Türkiyenin tüketim ve yaşam alışkanlıklarını değiştiren insan oluyorsun reklamcı olduğunda. Biraz narsistik bir şeydir. Her reklam yaratıcısı hele fikri geniş mecralara gitmiş bir sürü insana ulaşmış , frekansıda bol, herkes tarafından görülmüş ve beğenilmiş bir iş yaptığında tanrı olma hissini yaşar. Birde üstüne ödül verirlerse kaymaklı kadayıf. Birde güzel para verirler. Başarılı reklamcı çocuklar kapışılır.Gerçi bizim zamanımızda çok az kişi vardı. Ordan oraya çekiştiriyorlardı. Şimdi binlercesi geliyor.

KT: Bu kadar çok mezun reklamcı nasıl iş bulacak.

ÖU : Ya bir tanıdığın olacak ya bir tanıdığın olacak. Çok çalışıcaksın, belki bir iki sene parasız çalışmayı göze alacaksın, stajla adımını iyi bir ajansa atacaksın, o ajansta çok çalışacaksın kendini göstereceksin. Ayağını kapının arasından soktun sonra ben burada kalmak istiyorum diyeceksin.Parada istemiyorum diyeceksin. Sen onların işine yaradığın için ha bu çocuk kalsın, yetenekte var hemde çok hırslı diyecekler. Beliki çok komik bir paraya sonrasında geçirdiğin bir senede kendini gösterirsen bir reklemcı olarak iyi bir ajansta var olma şansın var. Artık muteber dediğimiz iyi bir ajansa girmek ve orda bir sandalye sahibi olmak zor.  Bu yüzden ajansta iş görüşmesine gidildiği zaman eli boş gitmek yerine, kısa film, basın ilanı fikri, evde doldurulmuş kendi sesinle bir radyo spotu veya yazılmış textler, çeşitli reklam denemeleri, mecraya çıkmamış olsa bile fikirleri bir portfolyo yaparak benim böyle fikirlerim var diye götürmek her zaman bir sıfır önde başlamayı sağlar. Bir şey üretmeden ben geldim dediğinizde kimse buyur demez. Belki beni Özlem Uşaklıgil yolladı dediğinde kapı açarlar ama dediğim gibi bir ayda görülür işe uygun olup olmadığın o hıza yetişip yetişemediğin. Yerine gelecek yüzlercesi kapının dışında beklediğinden reklam yolculuğun bir ayda sona erer.Aylaklağın olamayacağı bir sektör. Ama boş vakitlerinde de çok eğleneceğin bir sektör. Severek yaparsan çok çalışacağın çok güzel fikirler çıkardığın ama severek yaptığın için hiç çalışmamaış gibi hissettiğin bir iştir. Öyle bir tatmin veriyorki ben yirmi yıl boyunca çalıştığımı hiç anlamadım birde üstüne çok iyi para verdiler.

KT: Çok teşekkür ediyoruz.

images/rp_01.jpg

Gültekin TURAN Röportaj

 

Rize’nin Yolkıyı köyünden İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesine ;
Hakim Albay Gültekin Turan

Milliyet Gazetesi Genel Yayın yönetmeni Abdi İpekçi suikastinin sanığı Mehmet Ali Ağca’yı  yargılayan  Hakim Kıdemli Albay Gültekin Turan’la görüştük....

Gültekin Turan: İlkokulu Rize Çamlıhemşin Yolkıyı köyünde bitirdim. Oradan rahmetli babamın iş yaptığı Erzurum’a ortaokul ve liseyi okumak üzere gittim. Lise son sınıfa kadar Erzurum Lisesinde okudum. Lise son sınıfı İstanbul Haydarpaşa Lisesinde okudum.  Liseyi bitirdikten sonra üniversite sınavına girdim. İstanbul Hukuk Fakültesini kazandım. Dört yıl içerisinde iyi derece ile hukuk fakültesini bitirdim.
Kerem Tongal: Hukuk okumak bilinçli tercihiniz miydi ? öyleyse neden ?
Gültekin Turan: Evet öyleydi. Adil olmak bana gore en önemli insan meziyeti. Bu yüzden adalet dağıtmayı seçtim.
1962 yılında askerlik hizmeti için müracat ettim. Ulaştırma yedek subayı olarak Harp Okulu oto bölüğü takım subayı olarak görev yaparken terhisime 1 ay kala deniz kuvvetleri komutanlığından imtehanla askeri yargıç alınacağını öğrendim. İmtehana girdim. Başarılı oldum. Deniz kuvvetleri komutanlığında stajyer hakim üsteğmen olarak göreve başladım. Evlendim. Eşim hukuk mezunu olup hazine avukatlığına başlamıştı. İlk görev yerim Çanakkale boğaz komutanlığı askeri mahkemesi oldu. Orada görev yaparken 1969 yılında sıkıyönetim nedeniyle İstanbul 2. No.lu sıkıyönetim mahkemesine geçici görevle atandım. Bu mahkemede en önemli davamız Madanoğlu davası ile ilgili İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Doğan Avcıoğlu gibi askerlerle müşterek ihtilal hazırlığı yaptıkları iddiasıyla açılan davaya üye hakim olarak katıldım. Suç oluşmadığı nedeniyle tüm sanıklar hakkında beraat kararı verdik ve kararımızda askeri yargıtayca onaylandı. Bu mahkemede daha birçok ağır davalara imza attım.
Kerem Tongal: Bu mahkemede kaç sene görev yaptınız ve daha sonra nerelerde görev aldınız?

Kerm Tongal: Askeri Yüksek İdare mahkemesi hangi davalara bakar. Kanun sözcüsü olmak ne demek?
Gültekin Turan: Askeri Yüksek İdare mahkemesi askeri şahısların idari işlemlerinden doğan ihtilaflara bakıyordu. Kanun sözcüsü bir nevi iddia makamıydı. Yani savcı gibi görev yapıyordu.
Kerem Tongal: Daha sonra?
Gültekin Turan: Bu arada eşim de İstanbul Maliye Bakanlığında Hazine avukatı olarak görev almıştı. Talebim üzerine İstanbul Kuzey Deniz Saha Komutanlığı askeri mahkemesine atandım. 1979 yılında sıkıyönetim ilan edildi. Geçici görevle İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1. No.lu mahkemesinde görevlendirildim. İşte Abdi İpekçi davasıda o mahkemede görüldü. Mahkeme başkanı olarak bu davayı sonuçlandırdım. Ancak verdiğim idam kararı hükümlü M.A.Ağca’nın cezaevinden kaçırılması nedeniyle infaz edilemedi.
Kerem Tongal: Meslek hayatınız boyunca başka verdiğiniz idam kararı varmıydı?
Gültekin Turan: Vardı. Ancak bir iki idam kararınıda sonra müebbete çevirdim.
Kerem Tongal: M.Ali Ağca nasıl kaçtı?
Gültekin Turan: Kaçmadı kaçırıldı. M.Ali Ağcanın arkasında bir örgüt olduğu kesindi. Ancak mahkeme olarak böyle bir örgütün varlığını ortaya koymamız yasal olarak imkansızdı. Çünkü bu hususta açılan bir dava yoktu.
Kerem Tongal: 1 numaralı sıkıyönetim mahkemesinden sonra nerede görev aldınız?
Gültekin Turan: Bu mahkemeden sonra sıkıyönetim mahkemelerinin yerine geçeçek, hem asker , hemde sivil  yargıçların görev yaptığı İstanbul 2 no.lu Devlet Güvenlik mahkemesine atandım.
Kerem Tongal: Devlet güvenlik mahkemesinin diğer hukuk mahkemelerinden farkı nedir ? Hangi davalara bakar?
Gültekin Turan: DGM ler şahısların devlete karşı işledikleri suçlara bakmakla görevliydi.
Kerem Tongal: Devlete karşı işlenen suçlara bir örnek verirmisiniz?
Gültekin Turan: İllegal örgütler , teşekkül halinde esrar, eroin kaçakçılığı gibi suçları örnek verebilirim.
Kerem Tongal : Bu mahkemeler bildiğim kadarı ile artık yok. Ne kadar sure ile bu mahkemelerde görev yaptınız ve neden kaldırıldı?
Gültekin Turan: 4 yıl görev yaptım. Kadrosuzluk nedeni ile emekli oldum. Bu mahkemeler kaldırılmadı. Ancak bilahare yasada değişiklik yapılarak bu mahkemelerde askeri yargıçların görev yapması sona erdirildi. Ve bu mahkemelerin ismide değiştirilmek suretiyle Özel yetkili ağır Ceza mahkemelerine dönüştürüldü..
Kerem Tongal:  peki.. günümüze gelirsek; Özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin yaptıkları yoğun tutuklamalar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Gültekin Turan: Bir yargıçın tutuklamalar hakkında görüş ortaya koyabilmesi için dosyalardaki delilleri bilmesi gerekir. Bilgilenmeden bu tutuklamalar hakkında beyanda bulunmak yanlış olur. Ancak şunu belirtmek isterim. Hiçbir yargıçın suçsuz bir kişiyi tutuklayacak kadar vicdansız , şerefsiz, karaktersiz olacağını düşünemiyorum.

Kerem Tongal:Uzun sure sıkıyönetim mahkemesi daha sonrada Devlet Güvenlik Mahkemesinde görev yapmışsınız? Cok zor şartlarda hatta hayati tehlike altında çalışıyordunuz sanırım. Bu size ve ailenize nasıl yansıdı ?

Gültekin Turan: Bu görev süresi içerisinde ve emekli olduktan sonra şahsıma ve aileme gelebilecek bir tehlikenin oluşabileceğini hiçbir zaman düşünmedim. Bu nedenlede ilgili makamlara müracat ederek koruma talebinde bulunmadım. Bir yargıçın dava dosyasındaki delilleri konuşturup vicdanı kanaatine gore karar vermesi esastır.  Bu nedenlede böyle hareket eden bir yargıcın endişe etmesine neden yoktur. Aksi sonucum kader olduğunu düşünüyorum.
Kerem Tongal:  Sıkı yönetim günlerinde, o dönem gençlerinin çoğu siyasi olaylara etkin olarak katılıyorlardı. Şimdiki gençliği apolitize buluyor musunuz ? bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz ?
Gültekin Turan: Bu günkü gençliğin siyaseti, birbirlerinin görüşlerine daha saygılı, taşsız, sopasız, silahsız yani daha demokratik bir şekilde izlediğini, yaptığını düşünüyorum ve doğruların yanında yer aldıklarını düşünüyorum.
Kerem Tongal: Benim için çok keyifli bir sohbet oldu. Umarım sizin içinde öyle olmuştur. Son olarak bize söylemek istediğiniz birşey varmı?
Gültekin Turan: Gençliğe güveniyorum. Ülkemizi dünya devletleri arasında en üst seviyelere getireceklerine inanıyorum. Kavgasız ,fikir mücadelesi içerisinde kardeşçe yaşanan bir ülke olacağımıza inanıyorum.
Ayrıca çok değer verdiğim torunum Kerem Tongal’a başarılar diliyor onu temenni ettiğim ülkemde yararlı ve aynı hislerle dolu bir kişi olarak görmek istiyorum.